KAHVE SOHBETİ

Yazar Hülda Öklem Süloş ile öykü kitabı "Bırak Yasını Biraz da Ben Tutayım" üzerine söyleştik.

RÖPORTAJ: Hasan Karaca

Hülda Öklem Süloş İzmir’de doğdu, büyüdü ve bu şehirden hiç ayrılmadı. İzmir Amerikan Kız Koleji’nden sonra, 1979’da Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Mimarlık Bölümü’nü bitirdi ve hemen çalışmaya başladı. Mimarlığın yanı sıra bir süre, bazı yerel gazetelerde çevirmenlik yaptı. Ayrıca iki basılmış kitap çevirisi var: Kenneth Slawenski’nin yazdığı J. D. Salinger biyografisi, Üzüntü Muz Kabuğu ve J. D. Salinger (A Life Raised High) ve Samuel Beckett’ın ölümünden sonra yayımlanan otobiyografik romanı Sıradan Kadınlar Düşü (Dream of Fair to Middling Women). Yıllar geçtikçe, yazmak için giderek daha fazla zaman ayırmaya başladı; bu süre içinde seçkilerde, edebiyat dergilerinde ve bazı süreli yayınlarda öyküleri yayımlandı. Kırk yıl boyunca çizdikten sonra şimdi artık yazmak, hep yazmak istiyor.

Hülda hanım öncelikle bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bir kitaba yakından bakmak kadar heyecan veren diğer bir şey de, bir yazara yakından bakmak olsa gerek. Bu amaçla oluşturduğumuz Yakın’dan köşemizde sizi ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz.

Ben de Yakın köşenize konuk edildiğim için çok mutluyum.

Elbette ki ilk merak ettiğimiz yazma serüveninizin nasıl başladığı.

Bizim ilkokul yıllarımızda derste yazdığımız kompozisyonlara “tahrir” denirdi. Her hafta bir iki tane yazardık. Bir gün babam ödev defterimin sayfaları arasında bunlardan birini bulmuş. Vapurla Bandırma üzerinden İstanbul’a gidişimizi anlatıyormuşum. Yazımdaki ifadeler ve benzetmeler onu etkilemiş. O günden sonra bana sürekli, “Yaz kızım sen, daha çok yaz,” der oldu ve parlak yeşil  kapaklı, sayfa kenarları çiçekli, kalın bir günlük aldı, kilidi de vardı. Babamı dinledim ve yazdım. Günlük, bir yazarın ilk hazinesiydi ona göre. Mimarlık yaptığım ve çocuk büyüttüğüm yıllarda ise kalemimi sadece çizmek için kullandım. Ta ki bir gün okulumun mezunlar dergisinin editörlük görevi bana verilene kadar. O günden sonra yirmi yıl boyunca gönüllü yaptığım bu işe yürekten bağlandım, çok severek çalıştım; yazdım, çizdim, düzelttim. Bu süreçten çıktığımızda ikimiz de farklıydık, kalemim de ben de. O günlerde içimden dökülen kısa öykülerin bambaşka denizlere açılıp, bambaşka bir serüvene evrileceğini henüz bilmiyordum elbet.

Romana göre öykünün daha dinamik, anlık, tepkisel ve duygusal olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden içinde yaşadığımız olayların yansımalarını ve etkilerini öykülerde daha yoğun görüyoruz. Sizin edebi bir tür olarak öyküye bakışınız nedir? 

Doğrudur, öykü romana göre daha dinamiktir, tepkiseldir, daha anlık ve duygusaldır. Hem yoğundur hem uçuşkandır. Ben edebi türler içerisinde en çok kısa öyküyü severim, bir de şiiri. Mesajlarını çarpıcı bir biçimde verdikleri için. Az sözcükle çok şey anlattıkları için. Kalemi tasarruflu kullandıkları için.

Öykü yaşamdır, yaşam da öykü. Kısa öykü ise yaşamın derinliklerinden çıkarılmış ipince, lakin bir o kadar da dolu bir kesittir. Gerçeklik ile gerçek üstülüğün iç içe girmiş halidir. Okuru yazara katar, onu etkin kılar, yazarın zaman zaman açık bıraktığı sonu, okur kendi tamamlar. Kısa öyküde gizem vardır, okur hep meraktadır. Düğümün açıldığı ani sonlar ise yazarın dünyaya sessiz feryadıdır. Yazar sıradanlığın içindeki o incecik noktayı yakalamıştır.

Kısa öykü yazmaktan da okumaktan da büyük zevk alırım. Benim için yazdığım her öykü ayrı bir yolculuktur. Yola çıkarken henüz nelerle karşılaşacağımı, nereye varacağımı bilmem. Ben yürürüm, öykü yürür, ben açılırım, öykü açılır. Bazen yol uzar, beni içine alıp saklar, kaybolurum. Bitirene kadar doğru dürüst uyumam, aklım doludur. Çıkış yolunu bulduğumda, ya düğümü güzelce çözmüş ya da sıkı sıkı örmüşümdür. İşte tam da o anda son noktayı koyarım ve o günün gecesi, büyük bir doygunluk ve yorgunlukla başımı yastığa koyar, yazın süreci boyunca hasret kaldığım o deliksiz ve huzurlu uykuya dalarım.

Elbetteki günümüzde yöresel acı diye bir şey kalmadı artık. Her gün dünyanın dört bir tarafındaki acılara tanık oluyoruz, teknoloji sayesinde. Fakat bu durum insanların her türlü acıyı ve kötülüğü kanıksamasına da neden oluyor sanki. Duyarlı bir yazar olarak bu acıları yüreğinizin en derinlerinde hissettiğinizi anlıyoruz öykülerinizden. Aslında tüm acıların yasını tuttuğunuz öylesine belli ki. Sizce insanlık nasıl azaltacak acılarını? 

H.G.Wells Birinci Dünya Savaşı için “bütün savaşları bitiren savaş” demişti. Lakin öyle olmadı, acılar unutuldu ve bu savaşın bitişinden sadece yirmi bir yıl sonra çok daha fazla insanın ölümüyle sonuçlanacak çok daha korkunç bir savaş başladı. Tarih kitaplarının, ait oldukları ulusların her daim haklı olduklarına yönelik nesnel olmayan bilgiler verdiği; savaşların barıştan önce geldiği; masumların ve çocukların acımasızca katledildiği; ölümlerin sadece sayılarla ifade edildiği; düşmanlıkların bitmediği ve bitirilmediği ve de birkaç büyük gücün vahşi bir umursamazlık ve tükenmez bir hırsla bütün dünyanın kaderini belirlediği sürece acıları azaltmak çok zor… Bu dünya düzeni değişmedikçe acılar değil azalmak, tam tersine artacaktır.

Eğer her dünyalı önyargıyı, hırsı, kibri ve açgözlülüğü bir kenara bırakıp aklıselimini ve vicdanını kullanarak ve zaaflarından arınarak etrafına özgür ve insanca bir açıyla bakmayı başarabilirse, işte o zaman belki…  

Yine de çok umutsuz olmayalım. Baksanıza, dünyanın bütün gürültüsüne karşın John Lennon şarkısını söylemeye devam ediyor: Imagine, it’s easy if you try, diyor, hayal et, denersen çok kolay…

“Nerde bizim o eski Karşıyaka vapurları?” 

Bu şehirden hiç ayrılmamış biri olarak, tüm değişimlerine, dönüşümlerine ve belki çöküşlerine de şahit olduğunuz İzmir’in, öykülerinize en hüzünlü dahli belki de bu cümle. “Vapur” kelimesinin yerine başka neler yazılabilir, özlemle andığınız?

Karşıyaka vapurları İzmir’in kolektif belleğinin belki de en romantik parçalarından biridir.

Eski Kordonboyu, eski Pasaport kahveleri, Alsancak’ın Rum evleri, Büyük Efes Oteli, Fuar Ada Gazinosu, Menekşe Çay Bahçesi, Mogambo, Fuar Palmiyeler Gazinosu, Atış Poligonu, Kemeraltı’ndaki Şükran Lokantası, tostçu Çinçin, Sefer Usta, Hisarönü’ndeki dondurmacı Mennan, Kardıçalı Han’ın arka kapısında duran sepetli çerezci, mahalle aralarında gezen tahta bacaklı cambazlar, Fuar’daki büyük sirk, Hayvanat Bahçesi, Lunapark, kahkaha aynaları, Tayyare Sineması, Elhamra Sineması, Köşk Sineması, İzmir Sineması ve bütün açık hava sinemaları, özellikle Güzelyalı’dakiler, Vadi, Sahil ve Gözümoğlu, Fil Kafeterya, Ömer Ağa, Mavi Köşe, Palmiye Pastanesi, boynuzlu mavi troleybüsler, station vagon Güzelyalı dolmuşları, dolmuş kuyrukları, troleybüs sıraları, Arnavut kaldırımları, Asansör, Gaskonyalı Toma, seyyar gazeteciler, Doğan Kardeş, Güzelyalı Parkı’ndaki şekerli fıstık satıcısı, seyyar dondurmacılar, pamuk helvacılar, gece geçen tahin pekmezciler ve bozacılar, parke taşlı yolların kahramanları faytonlar ve sabahı müjdeleyen horozlar… Hepsi kentimizin kolektif  belleğinin sayfalarına sıkı sıkı kazınmışlar. Bugün tek tek hepsini büyük bir özlemle arıyor ve anıyorum.

“Beş bin yaşındaydı. Işık ve rüzgârı yazgısı sanırdı.”

Mimar olarak, bir şehrin ruhunun nasıl yok edildiğini, anıların yıkılıp nasıl beton ucubelerle doldurulduğunu daha net görüp, şehrin yasını tuttuğunuz satırlar bunlar. Neden bu denli hoyrattık bu şehre karşı, yeterince anımız olmadığı için mi yoksa?

Ben tam tersine çok anımız olduğunu düşünüyorum. Şehrimizin çok kültürlü bir belleği var, bu yüzden anıları da hiç az değil. Beş bin yıllık kentin beş bin yıllık  anısı olmalı. Lakin şehrimizden gelip geçen kültürlere ve onların anılarına yeterince saygı göstermemiş olabiliriz. Öte yandan çocuklarımıza yaşadıkları şehirle ilgili gereken eğitimi vermemiş de olabiliriz. Onlara yaşadıkları kentin uzak ve yakın geçmişini, sanat eserlerini, kimler tarafından, nasıl ve neden yapıldıklarını ayrıntılarıyla hiç anlattık mı? Peki ya, İzmir’e kimliğini veren mozaiğin parçalarına iyi davrandık mı? Onları koruyabildik mi? 1922’deki büyük yangın zaten kentte kocaman bir delik açmıştı. Geri kalanlar da şehir sakinlerinin rızası ve dönem belediyelerinin onayıyla yıkılıp gidince hiçbir şey kalmadı. Bu arada kent sürekli Anadolu’dan göç almakta, insan ve araç trafiği hızla artmaktaydı.  

Ne yazık ki her biri birer tarihi eser olan Kordon’daki Rum evleri, Mithat Paşa Caddesi üzerindeki ve Karşıyaka’daki yalılar, Kemeraltındaki pek çok eski yapı kısmen bakım zorluğu, kısmen de rant nedeniyle hızla yıkıldı; yerlerine ışığı ve rüzgârı kesen, birbirlerine yapışık yüksek apartmanlar yapıldı. Parke taşlı yollar asfaltlanıp genişledikçe araç trafiği rahatlamadı, tam tersine daha da arttı. Sahiller yetmedikçe dolduruldu. Kent aslına hızla yabancılaşmaya başladı. Oysa şehrin kalbinin attığı bütün tarihi mekânlar içindekilerle birlikte korunmalı, genişleme ve yükselme çeperlere doğru yapılmalıydı.

İzmir parça parça büyürken, eskinin külleri üzerinde yabancı bir çehreyle yükseliyordu yenisi. Bu arada çok önemli bir faktör unutulmuştu: insan ölçeği. Oysa kamu alanlarında yani caddeler, parklar, meydanlar, yeşil alanlar, geniş kaldırımlar, restore edilmiş eski pasajlar gibi birbirini tanımayan kentlilerin doğrudan ilişkiye girdikleri alanlarda insan ölçeği çok önemliydi. Başka bir deyişle bir insan buralarda yürüyerek gezinebilmeli, beş duyusuyla zorluk çekmeden çevreyi algılayabilmeli, diğer sakinlerle kolaylıkla etkileşime girebilmeliydi. Topluluk üyelerinin ortak bir sosyal doku oluşturdukları bu alanlarda kurulan ilişkiler anonimdir ve demokrasinin getirdiği özgürlüğü sağlayan da işte bu anonimliktir.

Bu günlerde piyasa güçleri ve onlara bağlı mimari yönelimler giderek çevreden yalıtılmış, içe dönük, dışlayıcı tekil yapılara yöneliyor; bu durum ise kent mekânlarını insan ölçeğinden hızla uzaklaştırıyor. Modernist planlamalar insan-mekân ve insan-insan arasındaki ilişkiyi azaltıyor, bireyler yalnızlaşıyor. İçlerinde her türlü gereksinimi bulunan bu büyük ölçekli tekil yapılar bir taraftan sosyal statüyü pazarlarken, bir taraftan da bireylere dış mekânlara ihtiyaç duyurmayan bir yaşam sağlıyor. Adları da kendileri kadar yabancı kalıyor. Residence-rezidans deniliyor hepsine. Kat sayısı çoğaldıkça insan ölçeği ve sosyal ilişkinin ters orantılı olarak azaldığı bu dev kütlelerdeki yaşam şimdilerde sorgulanmaya başladı, ama ne gam, sayıları artmaya devam ediyor hiç durmadan. Bu arada sosyal izolasyona ve kutuplaşmaya hiçbir zaman izin vermeyecek olan mahalle yaşantılarımız ise sessiz sedasız silinip gitmekte...

Geçen gün bir otoparkçı çocuk, “Abla bak, buraya rezistans yapılıyor, altı da AVM olacakmış!” dediğinde güleyim mi, ağlayayım mı, şaşırdım. Beş bin yaşındaki bir kentin merkezinde, bir sakininin telaffuz etmekte bile zorlanacağı kadar yabancı bir adla yükselirken bu bina, mahallemizin son bakkalı da kapanıyordu.

Otoparkçının sözlerini düşüne düşüne eve yürüdüm. Rezistans demişti. Bu kez gülümseyemedim. Işığımızı ve rüzgârımızı kesen ve ufkumuzu delen bu beton setlerle direncimiz mi sınanıyordu acaba? Yoksa sabrımız mı? Bilemedim.

Son olarak, hiçbir dilin yasak olmadığı, herkesin, herkesin yasını tutacağı bir Türkiye ve dünya için nereden başlamalıyız? 

Yarının dünyasından… Çocuklarımızdan, torunlarımızdan… Onlara insani bakışın her şeyin önünde geldiği başka bir dünyanın mümkün olduğunu anlatarak. Ve tabii umudumuzu bir an olsun yitirmeden.

Bu keyifli sohbet için teşekkür ederiz.

Bu fırsatı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ederim.