100. Yılında Mübadele ve Ah Mana Mu

“1924 Mübadelesi” birçok yazar ve sanatçıyı derinden etkiledi. Onlar da yapıtlarında bu döneme yer verdiler. Kişisel tarihlerinde mübadele bulunan, kendileri mübadil olan ya da mübadil torunu olarak hayata merhaba diyen pek çok sanatçı, bu acılı dönemi anlattı, yazdı. Handan Gökçek de bir mübadil torunu olarak Yanya’dan Mersin’e göç etmek zorunda kalan babaanne ve dedesinin hikâyesini Ah Mana Mu adlı romanında anlattı.

Her insanın hayatında acı tatlı anılar vardır, bunların bir kısmı unutulmazdır, bizi derinden etkiler. Ah Mana Mu, bir ailenin göç yolculuğu boyunca yaşadığı derin acıları, sevinçleri ve yaşamın karmaşıklığını etkileyici bir dille anlatıyor. Roman, sıradan insanların olağanüstü hikâyelerini iç içe geçirerek okurlara büyüleyici bir yolculuk sunuyor.

Ah Mana Mu; insanın iç dünyasını, duygusal zenginliğini ve aile bağlarını anlama çabasını çarpıcı şekilde yansıtıyor. Karakterlerin iç monologları, okurlara kahramanlarla arasında duygusal bağ kurma fırsatı sunuyor. Özgürlük, kayıplar, vatan sevgisi, aşk, özlem gibi evrensel temaları işlediği romanını, Handan Gökçek şu cümlelerle anlatıyor: “Biz, mübadeleyi birebir yaşamış insanların torunları olarak o acılı hikâyelerle büyüdük. Çocukluğumuz iki dilin de konuşulduğu evlerde geçti. Sofralarımızda her iki ülkenin yemekleri bir arada sunuldu, her iki ülkenin müziğini dinleyerek büyüdük. Ah Mana Mu babaannemin göç hikâyesiydi. Dedem, ikiz bebeklerinden birini gemi yolculuğu esnasında evlatlık vermişti. Babaannem Rena üç isim altında üç kültürü yaşamış bir kadındı. Elbette hikâye kafanızda net olsa da yazabilmek için bilgiye ihtiyaç duyuluyor. Sadece dönemi ve o dönemi anlatan romanlar, araştırma yazıları, makaleler okuyarak üç yıl kadar çalıştıktan sonra Ah Mana Mu’yu yazmaya başladım. Kafamda önce on iki öyküden oluşan bir kitap fikri vardı. Mübadele öykülerinden oluşan bir kitap yazmak istemiştim aslıda. Ama bazen hangi konularda yazacağınıza, hangi türde yazacağınıza o konu karar veriyor. Bir zaman sonra bütün hikâyeyi öykü ile ifade edemeyeceğime karar verdim. Fakat roman yazma fikri de bana oldukça uzak geliyordu. Çünkü öykü, kısalığı ve yoğunluğu ile çalışmayı daha çok sevdiğim bir türdü. Roman ise biraz daha uzaktı sanki bana. Konu çok genişti. Konu geniş olunca öykülerle kesik kesik olacağını fark ettim. İki ana karakterim, babaannem ve dedemin yaşamları vardı elimde. Kalan diğer karakterler de kurgu karakterlerdi. Sonuçta bu hikâye roman olmak istedi ve roman oldu. Benim için duygu dolu bir yolculuktu bu süreç. İstedim ki gençler ve herkes bu hikâyeleri bilsin.

 Şimdi anneannem ve dedemin Parga’dan İzmir Limanı’na gelişlerini anlatacağım bir başka romana çalışıyorum. Çünkü biliyorum ki barış çok kıymetli ve bizler yaşanan acıları anlatıyoruz, bir daha yaşamamak için. Büyüklerimden duyduğum birkaç cümle ile bitirmek isterim sözlerimi.

‘Etle tırnaktık, ayırdılar bizi.’

‘Yollarda öldük, denizlere gömüldük.’

‘Ah vre kuklakimu, koca koca ağaçlardık söküp attılar bizi.’

‘Doğup büyüdüğümüz toprakları terk etmek zorunda bırakıldık. Sanki tuhaf bir boşluktayız. Basacak yerimiz yok gibi.’

‘Daha güzel ve yeni bir dünya kurmak uğruna mıydı bütün bu olanlar, daha çok toprak, daha çok para, daha çok ölüm, daha çok ayrılık?.. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi nasıl devam eder insan yaşamaya?’”