Tuğrul Keskin ile şiir üzerine söyleştik.
RÖPORTAJ: Özlem Tezcan Dertsiz
Özlem Tezcan Dertsiz: Merhaba sevgili Tuğrul Keskin… Öncelikle sorularımızı yanıtlamak için bize zaman ayırdığınız için Yakın ailesi olarak teşekkür ediyoruz. Kırk üç yıldır şiirin içindesiniz. Şiirlerinizi okuduğumuzda umudun, savaşmanın, başarmanın, zaferin haykırışlarını duyuyoruz. Bir söyleşinizde de “ Benim şiirim genel olarak acının, isyanın, direnişin, aşkların şiiridir. Ben kötüden ya da insandaki eksiklikten daha çok tamamlanmışı ve iyi olanı görerek yazmaya çabalıyorum. Sözgelimi şiirini yazdığım insanın teslimiyetini görmek yerine onun mücadele isteğini, isyanı görürüm,” diyorsunuz. Bu tutum, genel olarak günümüz şairlerinin duruşundan farklı görünüyor. Keskin’in bu mücadeleci şiiri nasıl doğdu, nasıl büyüdü, gelişti?
Tuğrul Keskin: Senin de yukarıda anımsattığın gibi, benim şiirim kelimenin bütün anlamlarıyla mücadele içinde doğmuş, olgunlaşmış bir şiirdir. Çünkü şiir denebilecek ilk metinlerimi oluşturduğumda 17 yaşındaydım ve Buca Cezaevi’nde TCK’nın 146/1 maddesinden (idamla yargılanarak) yatıyordum. O çocuk yaştaki bana devlet diyordu ki, anayasayı ortadan kaldırarak, beni yıkmaya çalışıyorsun. Gerçekte bir çocuk bunu nasıl yapsındı! Mahpushanede çıkan bir isyan sonucu hemen yanı başımda vurulup düşen Malatyalı bir kardeşimin ölümü üstüne yazdığım ‘Malatyalıya Ağıt’ adlı şiir, o dönemin zalimleriyle kavganın da (kendi yaşantım için) manifestosu gibiydi. Sonraki yıllarda da Malatyalıyı hiç unutmadım ve belki de oradaki acı, şiddet, kan, öfke, bağlılık, mücadele azmi sonraki yıllarda şiirimin de biçemini oluşturdu… Üstelik sonraki yıllarda Mansur’dan bu yana, geleneğimiz içinde insan olmanın erdemiyle yaşamış ve yazmış ulu ozanlara bütün kalbimle bağlandım. Hepsini ustam saydım. Sanki yaşıyorlarmış gibi şiirimi onların biley taşına vurdum; ne kadar başardım bunu bilemem elbette ama ulu ozanlara saygım arttıkça şiirimin de o oranda geliştiğini hep duyumsadım.
Ö.T.D: İnsan nasıl değişiyorsa, şair de yazdığı şiir de değişiyor. Kırk üç yıllık şiir serüveninde Keskin’in şiir anlayışında neler değişti, neler aynı kaldı?
T.K: Kuşkusuz değişmeden yeni bir şiir oluşturmak olanaklı değil, değişiyoruz. Fakat yazdığım şiir için daha çok ‘gelişmek, genişlemek’ sözcüklerini kullanmayı tercih ederim. Çünkü ben bir ‘yol adamıyım’. İlk yazdığım şiirlerden bu yana bu böyle. İlk kitabım ‘Bir Suyun Kıyısında’ya derinlikli bir gözle bakan okur görecektir ki aslında sıra dışı gelişen orada bulduğum sestir; sonra ‘Kırılan Kar Sesi’nde ulaştığım genişlik. Sözgelimi ‘Babek’teki isyan ve geleneği dönüştürme tutkusu, 2014’teki ‘Zito i Epanastasis’ (Yaşasın İsyan) adlı çalışmada gelişerek açığa çıktı. Aslında şair bulduğu ilk seslerin bekçisidir biraz da. Ama o ilk sesleri genişleterek büyütmekten de sorumludur. Zaten bunu başarabilirse, yazdığı şiiri hayatlara taşıyabiliyor, yoksa, işte yoksasını da sen biliyorsun zaten… Fakat özellikle 2004, ‘Zifir’ sonrası için şunu da eklemeliyim: Bu tarihten önceki zamanda yazdığım şiirlerde bazen açığa çıkan şairanelikten büsbütün kurtulduğumu söyleyebilirim, yani bu durum tamamen değişti. Fakat halkına sadakat ve sahici bir şiir yazma arzusu ve iradesi hep korunarak bugüne geldi.
Ö.T.D: “Keskin’in şiirini izleyen birisi olarak, bu kitapta farklı bir şiir denediğini görüyorum: Yalın şiir. Ki bence yalın yazmak, yalın yazıp derinlik sağlamak, çok ama çok zordur. Bunu denemek bile büyük cesaret ister. Tuğrul Keskin kırk yıldır aynı yastığa baş koyduğu şiir aşkıyla, tüm zorlukların üstesinden gelmiş. Kendimce yalınlirik adını verdiğim şiirlerle selamlıyor bizleri.” Kavil’i okuduğum zaman bir deftere yazdığım notlardan aldım bu tümceleri. 2020’de kendimce saptadığım bu görüşlere katılır mısınız?
T.K: ‘Kavil’i böyle algılamana gerçekten sevindim, çünkü Zifir’den başlayarak şiirimi derin bir yalınlığa ulaştırma çabası içinde oldum hep. Yalınlığı önemsiyorum, insanın insanla buluşmasını sağlıyor; insanı önemsiyorum, geleceği, düşlerimizi gerçekleştirmeyi sağlıyor, sağlayacak! Çünkü ben böyle bir şiirin ve insanın peşindeyim! Karmaşık, hayat dışı metafor ve imgelerle oluşturulmuş ölü şiirler okumaktan yoruldum, okur da yoruldu. Şiir, ancak kaynaklarına dönerek yeniden soluk alabilir evrende. Ve şiirin soluk alıp verdiği evren, ne güzel bir evren! İşte o dünya ancak lirik, yalın şiirlerle örgütlenebilir, o dünyayı örgütlemeliyiz. Evrenimizin ve insanın buna ihtiyacı var ve şiir dövüldüğü örse dönerse bunu başarabilir. O örs; yalın, içten, sıradan, anlayan, derinleştiren bir sezgiden geçiyor, bu hep aklımda!
Ö.T.D: En çok Babek Bir İsyan kitabınızdan yola çıkarak halk geleneğinin şiirlerinizdeki yerinden söz etmek istiyorum. Bunun doğduğunuz coğrafya ile ilgili olduğunun farkındayım. Ancak her geleneğin içine doğan bundan yararlanmayı bilmiyor ya da bunu tercih etmiyor. Halk edebiyatının, kültürünün sizdeki karşılığı nedir?
T.K: Babek, bir isyan kitabı, doğru. Fakat ben Babek’i halk edebiyatının alanlarını genişletmek için kurgulamadım. Halk edebiyatının olanaklarını dönüştürerek, onuru için dövüşen insanın, isyan olanakların genişletmek için kullandım, halk edebiyatının bendeki karşılığı tam da bu. İşte bunun için severim Mazdek’i, Babek’i, Hallacı Mansur’u, Nesimi’yi, Pir Sultan’ı, Bedreddin’i, Köroğlu’nu, Dadal’ı. Yüreği direnen insandan yana olmamış şairlerin şiirlerini de severim elbette ama yaşamların sevmem, örnek almam, önemsemem! Benim için insan ve şiir birbirine sarılarak yanmayı göze alabiliyorsa eşsizdir; ama yansınlar da istemem, çünkü yaşamak ve yaşatmaktır asıl işimiz!
Ö.T.D: Yakın bir zamanda toprak altından çıkarılan milattan önceye ait bir tablette gençlerden şikâyet ediliyormuş. Her yeni şiir kuşağı ya da şair kuşağı şiirin bittiğini, eskisi gibi olmadığını söylüyor. Genç şair eleştiriliyor. Şiirde yarım asra yaklaşırken sizin de bu konudaki görüşlerinizi duymak isteriz.
T.K: Bizim kuşaklarımız ne acı ki savrularak gelenek oluşturmaya çalışan gençlere tanık olmadı, en azından ben anımsamıyorum. Şiire yeni başlayan kardeşlerimin derinlikli bir reddiye oluşturduklarına tanık olmadım yahut derinlikli yeni bir dil oluşturma çabasına. Sözgelimi 1987’de ben 26 yaşındayken ‘Yenibütüncü Şiirin Manifestosu’na imza koymuştum; o manifesto yeni bir dili, biçemi, şiiri savlıyordu, zaten sorasında da o şiiri geliştirerek bugüne taşıdım. Ama bugün böyle bir çaba görmüyorum. Demem o ki, bu değiştirme, yeniyi arama, hatta reddiye çabasını görmeyince de neden şikâyet edeyim! Elbette çok iyi şiirler yazan genç kardeşlerim var, sevgiyle, keyifle izliyorum, okuyorum ama öyle ‘şikâyet edecek’ denli yeni ve rahatsız edici kimse yok şiir hayatımda.
Ö.T.D: Peki şiir ve İzmir desem… Ya da daha da genişleterek edebiyat ve İzmir desem… Neler söylemek istersiniz?
T.K: ‘Şiir ve İzmir’ ah savruk gençliğim derim herhalde! Şaka bir yana, İzmir’de yazılan şiir her zaman, ‘dükalığı’ (İstanbul) ve ülkenin metropollerinde yazılan edebiyatı belirlemiştir. Türkiye’de çıkan dergilere bakın şöyle bir, İzmirli edebiyatçıların çokluğuna şaşıracaksınız! Fakat bu gerçeğe karşın yine de ve her zaman İzmir, bir ‘taşra’ olarak görülmeye çalışılır ‘dükalığın’ kimi mahfillerinde. Ama bu gerçek değildir elbette, İzmir’de yapılanlar ve üretilen edebiyat için ne söylenirse söylesin; İzmir şiirin başkentidir ve öyle kalmayı da sürdürecektir!
Üstelik bu durum yeni de değil, Tanzimat’tan bu yana böyledir. İlk aklıma gelen bir örneği vereyim hemen: 1865’de Tevfik Nevzat namında bir şair doğdu İzmir’de. İyi bir bürokrattı, eğitimci, yayımcı, gazeteciydi. II. Abdülhamit karşıtı fikirleri ve yazıları nedeniyle birkaç kez soruşturma geçirip serbest kalmıştı. Sonra 1903 yılında İzmir Maşatlık’taki gizli bir toplantıda ayağa kalkarak haykırmıştı: “Kahrolsun istibdat, kahrolsun zulüm! Yaşasın hürriyet, adalet, müsavat!” Ve bu slogan Abdülhamit zulmüne karşı o yıllarda savaşan herkesin şiarı oldu. Tevfik Nevzat yargılandı; Adana’da zorunlu ikamete mahkûm edildi ve orada da Abdülhamit’in cellatları tarafından katledildi! Mustafa Kemal, Tevfik Nevzat’ı hiç unutmadı. İzmir’deki ailesini ve yetim kalmış üç kızını ziyaret etti. Eşinden, o üç yetim kızı okutmak için izin istedi, fakat eşi; yalnızca birinin okumasına izin verdi ve Tevfik Nevzat’ın yetim kızı yurtdışında eğitim gördü, yurda döndü ve ilk kadın milletvekillerinden Benal Nevzat oldu… Yani ki İzmir denince rahatlıkla direniş şiirlerini de; aşklarının, özgürlük arayışlarının yanına koyabileceğin eşsiz şehir gelir aklıma ve aşkla bağlı olduğum sokaklar... Ki son kitabım ‘Ürperti’de de bu duygularımın altını çizdiğim birkaç şiir var.
Ö.T.D: Ürperti, çağımızı özetler nitelikte bir kitap adı olmuş. Bu adı biraz da özellikle seçtiğinizi düşünüyorum. Yeniçağ ve şiir… Sanal, kirli, yalancı dünya… Her şeyin özetini isteyen sığ bakış açıları… Bu ürperti geçer mi? Yoksa ürpertiyle yaşamayı mı öğrenmeliyiz? Ne dersiniz?
T.K: Haklısın, ‘Ürperti’deki şiirler, toplumsal hafızamız ve bireysel acılarımızdan süzülerek gelmiş; birlikte yaşadığı insanların, halkının, halkların acılarını anlamaya çabalayan o acıların ve acılı o halkların dili olmaya özenen şiirlerdir. Bütün bir toplumun yaşadığı derin sancı, bir şairi ürpertmiyorsa eğer, orada büyük bir sıkıntı var demektir. Çünkü insan; olaylar, olgular, durumlar karşısında ürperdikçe ancak yeni ve aşkın şartları yaratabilir. Bu olgu ülkemizin koşulları için de, özel yaşantılarımız içinde böyle. Ürpermek besler umudu ve bazen aşkı; gerçeği görmek ve gerçek uğrunda savaşmak da ürpermekle başlar çoğu zaman. Karanlık güçler, emperyal odaklar dünyamızın dağlarını delerek, sularını kurutarak, ormanlarını yakarak ve bütün bir yeryüzünü kanatarak güçleniyorlarsa eğer, yaşamdan yana, doğadan yana, iyilikten yana insanlar da yeryüzünde sevgiyi, aşkı ilmek ilmek örerek, çoğaltarak; eşitliği, paylaşmayı egemen kılarak başa çıkacaklar acılarla, eşitsizliklerle, yıkımlarla... Şiirden başka hangi neyle gerçek olabilir ki bu düş? Öyleyse ürpererek şiire sığınacağız aşkta ve kavgada!
Ö.T.D: Şiir en güzel sığınaktır diyoruz biz de… Teşekkür ediyoruz…